Konsantre Tatil: Haydi Kampa!

Konsantre Tatil: Haydi Kampa!

Eşyalar toplandı, bavullar hazırlandı, son kontroller yapılıyor:
-Diş fırçası? Deodorant? Konuldu.
-Çadır askısı? Alındı.
-Cep telefonu? Şarj edildi.
-Güneş gözlüğü? Kafanda.
-Eee… Şişe şişe votka? Tamamdır! Hazırız, haydi kampa!

Bu yıl üçüncüsü gerçekleştirilen Haydi Kampa’nın altıncı dönemi, zaman açısından bizim için en uygun dönemdi. Sanalkulup.com’un programcısı, kadim dostum Melih (Allah ellerine zeval vermesin) ile kaydımızı yaptırdık, onayın ardından bavullarımızı kaptığımız gibi Şişli Evlendirme Dairesi otopark çıkışına otobüsümüzü beklemek üzere yola çıktık.
Gittiğimizde bizim dışımızda üç kişi (bir evli çift ve bir bayan) daha aynı yerde otobüsü bekliyordu. Meğer yanlış yerde bekliyormuşuz, ancak bu tesadüf sayesinde bir haftalık kamp grubumuz belli olmuş oldu.

Otobüse yerleşirken, Üniversite turlarında her zaman en hareketli taraf olan, en arka koltukları tercih etmiştik. Ama yanılmışız: En arkada bizden başka kimse yoktu! Elbette pes edip de bu en az on saat süreceğini tahmin ettiğimiz yolculukta sıkılmayacaktık. Kadıköy Evlendirme Dairesi’nden (bir keramet mi var acaba bu kalkış noktalarında diye düşünürken) diğer yolcuların alınması sırasında, parmak uçlarımızda otobüsten indik ve Tekel Bayii’ne doğru yola koyulduk. Bizim çiftin reisi niyetimizi anlamışcasına arkamıza takıldı ve onunla birlikte stoğumuzu yapıp araca geri döndük.

Araçta kimseye çaktırmadan alkol almak için pet şişedeki suları içip içip Yalova feribotuna kadar nasıl “tuvalet de tuvalet” diye kıvrandığımızı anlatmayacağım. Sonuçta bu bir kamp yazısı, zaten siz de istemezdiniz. Ama Melih’in %85’i votka olan kokteyllerimden birini gaza gelip fondip yaptıktan sonra yüzünün nasıl da yumulduğuna değinmeden geçemeyeceğim doğrusu.

Efendim, gel zaman git zaman, alkol etkisiyle derin uyku, sonuçta üç molada bolca tıkınma ile biz geldik on beş saat sonunda Muğla Köyceğiz civarındaki Kaşmir Butik Otel adlı kamp alanımıza. Kayıt işlemleri sürerken etrafı kolaçan ettik. Baktık, pek bir büyük olmayan havuz var; yapay bir şelale, güzel bir binası olan butik otel, çayır çimen, alabildiğine ağaçlar, doğasal bir ortam. Çadırlar, festival alanlarındaki gibi baş belamız değil; çoktaaan kurulmuş, insanlar yerleşiyor.

Üç çeşit yerleşim şekli var. Minitent bizim festivallerin kamp alanında sıkça görmeye alıştığımız 2 x 2 metrekarelik güzide çadırlardan. İçlerine yatarken sırtınız acımasın diye birer mat (ah ah bir tane yeter mi), üşürseniz (ya da sırtınız acımasın diye mata kat çıkasınız) diye birer de uyku tulumu koymuşlar. Miditentlerimiz iki oda bir salon kadar olmasa da büyücek çadırlardan. En süper özelliği içlerindeki orijinal yataklar, çarşaflar ve yastık. VIP ise 25 yaş üstünü ilgilendiren, o anlattığım butik otel odaları. Nasıl bir zevkle döşenmiş, ahşap masalar, sandalyeler, dolaplar, tablolar bu kadar mı güzel olurmuş anlatamam. Büyüyünce gitmeli, yoksa kaynak etmeli, deyip ağzımızın suyunu silerek şıppıdı terliklerimizle çadır alanına geri dönüyoruz.

Seçebileceğimiz program sayısı da üç: Extreme, Sea ve VIP. Extreme’de dağ tepe bayır aşılıyor, sportif faaliyetlerde bulunuluyor, pestiller çıkıyor. Sea’de yayım yayım yayılıyor, yüzülüyor, teknelerde turlanıyor, plajlar bizimdir bizim kalacaklanıyor. VIP ise yaşım geçti demeyip biraz dağ tepe, biraz plaj yapan “her şey dahil” otellerden bezmiş alternatif tatilcilere hitap ediyor.

Kayıttı, yorgunluk atmaydı derken ilk güne brifing dışında bir program konulmamış. Kamp kuralları düzen işlesin diye kesinmiş. Dikkatimi çekenler arasında çadırlarda alkolün yasak olması (VIP’ye serbest. Melih votkaları sakla :)) ve kız, erkek ile karma olarak ayrılmış çadır alanları arasında yatay, dikey, paralel ve çapraz geçişlere katiyen izin verilmemesi kaldı. Organizasyonun açıklaması da şudur ki, buraya 17 yaşından itibaren kızlı erkekli gençler geliyor, aileleri onları buraya alkol alınmayan, güvenilir bir yer olması itibarı ile gönül rahatlığı gönderiyorlar, organizasyon görevlileri de bu güveni boşa çıkarmamak için ellerinden geleni yapıyor. Her ne kadar başta oflayıp puflasak da gayet makul bir neden (Yasaklar delinmek içindir, de ne demek Melih? Aaa).

Efendim, evet, biz çadır alanına, Extreme’iz, yırtarız dağları, enginlere, hatta Halillere, Muratlara bile sığmayız taşarız, diye geldik. Lakin bendenizde bir bavul var ki sizlere yarım dünya. Efendim, Melih giriyor çadıra, benim bavulu sokuyoruz; ben giremiyorum. Bavulu çıkarıyoruz, ben giriyorum; bavul dışarıda kalıyor. Melih çıkıyor, bavulu çekiyorum içeri; adamcağız dışarıda. Anlayacağınız bu iş olmayacak dedik, organizasyona istirham ettik; kendileri de basına olan güzide saygılarından (ve galiba Miditent’te yer olmamasına içlerinden çeşitli bipli sözler geçirerek) bizi VIP’e transfer ettiler.

Aman tanrım bu ne transfer! Bavulu sokamadığım (çadırdan azıcık daha küçüktü kendisi) iç güveysinden hallice çadır yanında bu oda, İnönü Stadyumu kalıyordu. Tüm görgüsüzlüğümüzle klimayı 16 C0’ye alıp vurduk kafayı.

Sabah donmuş buz kütleleri olan bizler “Binlerce dansöz var” adlı bangır bangır Serdar Ortaç parçası ile derin baş ağrıları yaşayarak uyanmaya çalıştık. “Yaşasın açık büfe kahvaltı!” diyerek koşar ayak yemek alanında kuyruğa girdik. İnsanların “Abi VIP kesin şimdi havyar ve ıstakoz yiyordur, hehehe” benzeri esprileriyle ayılırken, sonradan olma VIP’ler olarak yanlış yerde beklediğimizi fark ettik, ki esprilere gülen, katkıda bulunan da bizlerdik. Ortamdan da çıkmak olmaz, bu seferlik burada yesek derken Melih’in dürtmesiyle sıra dışında buldum kendimi.

Baktık VIP, havyar neyim yemiyormuş (kahvaltıda? Ögh). Aynı şeyler, ancak daha az insan olduğu için sıra yok. Efendim, salam domates peynir bal derken çayı höpürdete küpürdete kahvaltıyı ettik ve rafting hadisesine doğru Extreme grubuyla birlikte yola çıktık. Bu sırada Sea grubu da Göcek 12 Adalar tekne turuna gitti.

Dalaman Çayı’nda Kano Rafting adlı firmaya ait Bayobası Base adı verilen kalkış noktasında başlayan yolculuğumuz R2 adlı rotayı izleyecektik. Kasklarımızı ve can yeleklerimizi aldıktan sonra kalkış noktasına geçtik; orada kumanyamızı yedikten sonra gruplara bölünüp kürek dağıtımıyla birlikte temel rafting eğitimimizi aldık. Ardından üç – üç buçuk saat sürecek parkurumuza başlamak üzere botları çaya indirdik. Başta akıntı, köpüren sular, arasından geçilen inişli çıkışlı, kayalarla dolu rota ürkütse de müthiş keyifliydi. Heyecan ve eğlence iç içeydi. Zaman zaman arkaya döndük, yan gittik (basmadık), zaman zaman fotoğrafçının bizim grubu geçip fotolarımızı çekmek üzere siper almasını ya da düşen birinin kurtarılmasını, kayalar arasına sıkışan bir grubun çıkmasını bekledik. Bu arada epey bir kol kası, bel ve sırt ağrısı yaparak nasıl geçtiğini anlamadan sağ salim (düşmeyen tek takım bizimkiydi, oley :)) parkuru tamamlarken suya atlayıp kendimizi akıntıya bıraktık. Bu durumun keyfini tadınca, keşke bir ara da ters yüz olsaymışız diye geçirdim, içimden.

Bu tatlı/zorlu yorgunluğun üstüne her türlü yemek iyi giderdi. Hele rafting transfer yerinin kantinindeki o göbeğe değince “hoh hoh” dedirten buz gibi biranın yerini hiçbir şey tutamazdı, tutmadı da.

Döndüğümüzde klasik kamp oyunları öncesi bir konuşma yapıldı ve Parasailing’in (hani şu sürat teknesi arkasına bağlanan paraşütün çekilmesiyle uçulan aktivite) teknenin bilgisayarlı sisteminin bozulması nedeniyle iptal edildiği söylendi. Sanırım, çoğunluğun öğrenci olması nedeniyle pek bir tepki verilmedi. Aslında çok sinir bozucuydu, çünkü Extreme grubu için belki de en önemli aktiviteydi. Sonradan beşinci dönemde de, paraşütlerde arıza nedeniyle yapılmadığını öğrendik. Şu an sitede arıza giderilene kadar yerine Ringo adlı etkinliğin yapılacağı yazıyor.

Gece stoktaki nevalelerle güzide kokteyller hazırlayıp yasal kamp sınırı olan 23’e kadar havuza girdik. Sonrasında elbette deliksiz bir uyku çektik.

Sabah sabah “N’oholuyor hüleayn!” diye zıplamama sebep olan, dün rafting’teki transferler boyunca bolca çalan, Ankaralı Namık’ın “Arabada bej, evde onbej, hoşuma giderse bendensin” adlı güzide eseriyle uyandık. Kahvaltının ardından dün Sea grubunun gezdiği koyların bir kısmını gezip Banana ve Ringo hadiselerine binmek üzere Göcek koylarına doğru yola çıktık. Sea grubu ise daha dün etraflıca dolaştığı Göcek yerine Cennet Adası, Turunç, Fosforlu Mağara, Akvaryum Koyu gibi doğal güzellikleri ve tarihi kalıntıları olan koy ve adaları gezmeye gitti.

Makarna denilen modern can simitleriyle (ki bunlar batmayan uzun sünger çubuklar, türlü şekil ve pozisyonlara girerek rahat yüzmeyi sağlıyor) yüzdük, açıldık saçıldık koylara denizlere. Bu sırada banana için ilk gönüllü altılı grup olduk. Arka arkaya muz şekilde bindiğiniz, sürat teknesinin süratle çektiği bu olayda önünüzdeki ipi sıkı sıkı tutmak ve teknenin döndüğü tarafa doğru grupça eğilmek esas noktalar. Ancak süren kişi düşürmek isterse çok sert bir manevrayla affetmiyor ve çıkmanız epey vakit alıyor, kurtuluş yok. Yine de düz giderken hoppidi hoppidi zıplamak ve “yihhuu!” nidalarıyla çığırmak çok keyifli.

Ringo ise, hani koca koca adamlar, ya da koca göbekli küçük çocukların içine girdikleri kamyon veya traktör lastikleri vardır ya, işte onlara benzer lastiklerin tam göbeğine oturduğunuzu ve banana gibi hızla çekildiğinizi düşünün, tam da böyle bir şey. Bunlar yan yana iki tane oluyor ve hızla çekilirken sağa sola yaylar çizip yanınızdakine çarpıp onu hoplatabiliyorsunuz, bu açıdan daha interaktif. Hatta biz Melih’e birbirimize depik, yumruk vb ile saldırmak suretiyle interaktifliği biraz daha arttırmaya çalıştık. Bir de dikkat edilmesi gereken husus, taban kısmınız lastiğe iyice geçmişse denizin o kısma bolca sürtünmesi, yüzünüzün buruşmasını (veya tercihen sırıtmasını) sağlayabiliyor. Biraz yukarda kalmakta fayda var 🙂 Yine de parasailing’in yerini tutmaz (Buradan organizasyona sesleniyorum).

Akşama hali kalanlar yemekten sonra Sarıgerme gece eğlencesine devam ettiler. Pek küçük bir yer olmayışı ve zaman kavramsızlaşmam (o gün Cuma’ymış ve dışarı çıkmamayı tercih etmişim, hayret!), yeni kankalarımla rakılar, mezeler ve mezelerin en güzeli muhabbetle zaman geçirmeyi tercih ettirdi. Aynı gece Melih biraz rahatsızlandı, yattı. Bir ara odaya gittiğimde üşüdüğünü söyledi. Baktım üzerinde üç kat battaniye (çadırda kullanmak üzere getirmiştik) olmasına rağmen klima hala 16 derecede olduğu için donuyor! Dedim “Niye kapatmadın klimayı?”… Meğer fedakar arkadaşım odadaki mezeler bozulmasın, içkiler soğumasın diye kapatmamış klimayı (güneş de geçmiş biraz galiba başına). Dedim “Çak bir enırjidırink kendine gel”; attım yatağa bir tane, zar zor kement misali salladığı tişörtüyle aldı ve ağzından şu kutsal sözcükler döküldü: “Erdem, bu soğukmuş, bunu ısıtıp da versene”. Gülmeli mi, şefkate muhtaç kankinin sanki son arzusunu yerine getirmeli mi bilemedim. Millet ıhlamur, nane kaynatır, bizimki tam VIP olmuş 🙂 Gerçi yaradı herhalde, baktım beş dakika sonra bomba gibi geldi.

Cumartesi randevumuz Sea grubuylaydı. Biz, VIP ve Sea grubu ile Kaunos Harabeleri’nden geçip Dalyan , İztuzu Plajı’na giderken Extreme grubu bizim Pazar günü daha kısasını yapacağımız Toparlar Şelalesi’nde Day Hiking olayını yapacaklardı.

Geçmişi M.Ö. 3000’lere dayanan Kaunus şehrini, Dalyan kasabasından bindiğimiz tekne ile yanından geçerek gördük, şehrin içine girilmedi. Kent antik çağlarda çok önemli bir ticaret şehriymiş. Zamanla Dalyan Nehri deltasının genişlemesi sonucu limanlar kapanmış ve ticaret önemini kaybetmiş. Bu yetmediği gibi kentin çok yakınında oluşan bataklıkta biriken sivrisinek orduları, o devirde henüz Sinkov (sinek kovucu sprey) icat edilmediğinden (bu arada bu ürün, kampta kilo kilo tüketiliyor, gelmeden stoklanmalı) kent sakinleri sıtmadan muzdarip çıldırmış ve o güzelim, Kralların ihtişamını simgeleyen, dağlara oyulmuş Kral Mezarları’nı bile bırakıp şehri terk etmişlerdir. Bir de meyve ve balık bolluğuna rağmen, sıcak ve sinek bolluğundan çok erken yaşlarda ölürlermiş bunlar. Yazıkmış onlara.

Güzel bir tekne yolculuğu sonunda ulaştığımız İztuzu Plajı, geçtiğimiz senelerde dünyanın en iyi on plajı arasına girmiş ve grupdaki bazı tecrübeli arkadaşlarıma göre zaten dünyanın en güzel plajıymış (Ah tanıtamıyoruz güzelim Türkiye’mizi). Bu plajın en bilinen özelliği nesli tükenmekte olan Caretta Caretta su kaplumbağalarının yumurtalarını bıraktığı yer olması. Bu nedenle plajın orta şeridinde bir bölümde güneşlenmek, yerleşmek vb yasak. (Gerçi ben bir menemen ya da leziz cılbır için iki yumurtacık kapıvereyim dedim, ama Melih’in Greenpeace stili hırlamasından ürktüm). Plajın bir diğer özelliği ise bir tarafının tatlı su, diğerinin Akdeniz olması. Bu özelliğinin de tek olduğu söyleniyor. Beni en çok ilgilendiren kısmı ise incecik altın sarısı kumları ve müthiş mavi tonlarına sahip deniziydi. Pek de hırçın olmayan dalgalara karşı, hırçın dalgakıranlar olarak pek güzel savaştık, deve güreştik eğlendik, şendik.

Gece Marmaris ortamlarına akacaktık. Günün yorgunluğuyla yemek uzun sürünce “10 dakika sonra araçlar kalkıyor!” anonsunun gazıyla pek de süslenemeden araçlara bindik, Marmaris yolunu tuttuk. Yine tecrübeli arkadaşların asıl “piyasa” dedikleri yerlerin biraz dışında, ama çok büyük bir bar olan Club Arena’ya gittik. Alkol fiyatları öğrenci bütçesini oldukça zorlasa da eğlenceli bir mekandı. Karşıki yüksek ağaçlarda yaptıkları lazer gösterileri her yerden ilgiyi bu mekana çekiyordu. Animasyon ekibindeki Rus bayanlar her ne kadar çok başarılı dans etmeseler de kimse bundan şikayetçi değildi (en azından erkekler), ağızlar açık izlendiler. Ertesi gün erkenden kalkılacağı için dönüşte çok geçe kalınmadı.

Dünkü eğlence üstüne, kampın uyumazları Melih ve ben dışında kimse ayakta değildi 08:30’a kadar. Bir bekçi Ercan Abi vardı, onunla muhabbetten ettik 6’dan itibaren (yok aslında bu kadar business modunda insanlar değiliz İstanbul’da. Artık Muğla’nın havasından mıdır suyundan mıdır, hep 6’da kalktık). Bir de “non-sleepers” (uyumazlar) tarikatına üyeymişiz diye nam salmışız fark etmeden. Efendim, Ercan Abi’den öğrendiğimiz güzide bilgiler de oldu: Bu kalmakta olduğumuz Kashmir Butique Hotel, İGS mağazalarının sahibi Mustafa Adalı’ya aitmiş. Bu zevkli dekorasyon için çok uğraşmışlar. Aksanından eski peyzajcı mı, eczacı mı olduğunu pek anlayamadığımız Ercan Abi’miz de kendilerinin sağ koluymuş, kendisi şu an Çeşme’de takılmakta olduğundan burayı sezonluk kiraya vermiş. Oda adları Gül, Begonya, Karanfil, Gonca, Lavanta gibi çiçek adlarından oluşmakta olup her biri ailenin bir ferdine aitmiş önceleri. Yani o bizim yüz kişinin gireceğini düşünerek küçük dediğimiz havuz aslında, Mustafa Amca’nın dört kişilik ailesi için yaptırdığı mütevazi bir çalışmaymış. Her ne hikmetse bize düşen oda bir çiçek değil Bilgisayar Odası’ydı. Bu yüzden her bir yerinde bol bol priz ve Ethernet girişi vardı. Tabi biz bir hafta boyunca doğayla kucaklaşacağız, teknolojik bir şey getirmeyeceğiz mantığıyla bunlardan istifade edemedik. Hizmetlilerin hemen düzayak olması itibarıyla odayı “sakat odası” olarak anmaları da bizi ayrıca kıllandırdı.

Sea grubu Ekincik Koyu ’na huzur bulmaya giderken, Extreme grubu da Fethiye Saklıkent ’e kanyonlarda dolaşmaya, daralan boğazlarda yüzmeye (bu cümle birer güzide göbeğe sahip Melih’le beni gelmeden korkutmuştu, sığışamayız boğazlara diye) çıktı. VIP olarak biz de (her ne kadar sonradan olma olduğumuzdan “çakma VIP” olarak anılsak da, hiç dışlanmadık :P) Toparlar Şelalesi’nde bir serinleyelim dedik. Şelalede serinlemek o kadar kolay değilmiş, araçlar bir yere kadar götürebiliyor. Geri kalan patikaları, çakıllı, kayalı, çilingiroğullu yolları (tamam kötüydü), bacaklarınızı çizen bitkileri falan yürüyerek geçiyormuşsunuz ve bu olayın karizmatik adı Day Hiking’miş. 20-25 dakikalık bir yürüyüş ardından süper şelalemize kavuştuk. Yine bir göbek “hoh hoh”latan suyla karşı karşıya kaldığımızı Melih’in girer girmez çıkardığı seslerden anladım ve tedbiri elden bırakmadan arkasından daldım. Genel itibarıyla girdiğimiz sular oldukça tuzluydu. Bu yüzden tatlı şelale suyunun göz yakmaması, hatta yüzerken susayınca içebilmek keyifliydi. Hele şelalenin aktığı yerde durmaya çalışmanın doğal jakuzi rahatlığı anlatılmaz, yaşanır cinsten. Almaya tuzsuz, yoğunluğu daha düşük suyun kaldırma kuvveti daha düşük olunca batmamak için bir misli daha çabalamak gerekti (A Tribute To ÖSS). Bir ara “bana adrenalin lazım” deyip kayalara tırmanmaya başladım, yanımda yoldaş olmayınca kaptırmışım; dönüp geri baktığımda epey yüksekte olduğumu fark ettim. Nasıl olsa da insem diye düşünürken, Melih “İşte bu yüzden ağaca tırmanan kediler inemiyor” gibi bir anekdotla durum değerlendirmesi yaptı. Neyse ki otura tutuna sağ salim indim de, kedilerden daha zeki, çevik ve iyi ahlaklı olduğumu gösterdim.

Bu rahatlamanın ardından, döndüğümüzde bizi kondisyonlarımızı gösterme fırsatı verecek bir saatlik bir dağ bisikleti parkuru bekliyordu. Kasklarımızı giyip bisikletlerimizi seçtik. Ön-arka süspansiyonlu bisikletlerle çocukluğumun akrobasi yapıp kızları “wow” dedirttiğim yıllarını hatırladım. Tur rehberimizin önderliğinde ağaçlar arasından, patikalardan, küçük akarsulardan geçen güzel bir tur yaptık. “Bak bak, iki elimi de bırakabiliyorum!” dediğimde karşılaştığım yüz ifadeleri, artık bu numaraların sökmediğini idrak ettirdi bana. Ayrıca Ringo’dan edindiğim taban acıması tecrübesi ile, sert zeminlerden geçerken hafif havaya yükselmem çok faydalı oldu. Göz hakkı yüzü suyu hürmetine erik ağacına dalmamız, mis/buz gibi kuyu sularından içip ferahlamamız da gezinin diğer güzel noktalarıydı.

Döndüğümüzde paintball için yeterli zaman kalmadığını, Salı günü yapacağımızı söylediler. Gece eğlencesi olarak da Yuvarlakçay’da fasıl varmış. Ama fasılda canlı müzik olmadığından “ben anlamam kardeşim, kemanın yayları arasında afili bahşişi sokup istek yapamadıktan sonra ne anlarım öyle fasıldan” diye isyan etmek suretiyle gitmeyeceğimi belirttim ve bizim tüm VIP grubunu bu konuda ayarttım, iki kişi dışında kimse gitmedi. Eee sonra ne oldu derseniz, kötü bir yakar top ve “sayko” oyunu deneyimi, üstüne bizim çadırlarda, aman taş batmasın rahat uyuyalım, diye getirdiğimiz iki kişilik şişme yatağı suya sokup sörf yapmamız oldu. Sorumlu arkadaşa “Havuza deniz yatağı sokabilir miyiz?” diye sorduk. Verdiği olumlu yanıt sonrası “Allah Allah!” nidalarıyla bizim üç kişilik şişme yatakla birlikte suya atlamamızla gözlerinin büyümesi, bir şey diyememesi (izin aldık sonuçta) ve pişman olması aynı anda gerçekleşti. Havuzda oluşturduğumuz yapay dalgalar, ters&düz taklalar gecemizi kurtardı. Saatler 11’i gösterdiğinde bu eğlencemiz de elimizden alınınca fasıldan dönecekleri, havuz önüne baraj kurup beklemeye başladık.

Baraj kurma ricası bize yatağı suya sokma izni veren arkadaştan geldi. Fasılda kafası güzelleşen arkadaşlar her dönem mutlaka dönünce elbiseli (ya da elbisesiz!) suya atlamak istiyor ve ilaçlı suda herkese zor anlar yaşatıyorlarmış. Hatta geçen dönem bu iş azıtıp havuza plastik sandalye ve şezlonglarla girmeye kadar varmış.

Giden arkadaşlardan öğrendiğimiz üzere fasıl tahmin ettiğimizden çok daha iyi geçmiş. Bir kere fiyatlar uygunmuş ve üstüne alabalık lezizmiş. Müzik sesi pek duyulmasa da hep beraber şarkılar söylenmiş. Hatta genel koordinatör Melih Bey (bizim Melih değil) de rakının şişede durduğu gibi durmadığının canlı timsali olmuş diyorlar, onların yalancısıyım.

Pazartesi sabahı yine bir hit parçayla uyandırıldık: Hoplayıver çekirge! Zıplayıver çekirge! Bıdı bıdı bıdı bıdı çek’kirgeeeeee! “Yetti artık bu Ankara’nın copy paste misket havaları” derken grup rehberimiz, bugünün en sevdiği gün olduğunu çünkü uçacağımızı söyledi. “Hüleyn belki son yemeğimizdir böhü böhü” diyerek sağlam bir kahvaltı ettik ve tüm gruplarla birlikte Fethiye Ölüdeniz ’e doğru yola çıktık. Diğer gruplar Ölüdeniz’in masmavi, durgun sularında keyif çatarken biz yusuf yusuflar ve Sky Extreme adlı şirketin deneyimli ekibi eşliğinde Babadağ’ın 1100 metresine doğru koca kamyonla (bu yolculuğa Truck Safari diyorlar) çıkmaya başladık. Çıkarken bizim “Arabada bej” şarkısının burada biraz değiştiğini öğrendik: “Karada üç, havada üç buçuk!”. Aslında 1900 metreden de atlanıyormuş ama sonuçta ilk atlayış olduğundan 1100 de kafiydi. Uzun yıllardır paraşütle serbest atlayış yapmak, uçmak isteyen ben çeşitli aksiliklerle bu isteğimi gerçekleştirememiştim. Kısmet bu güneymiş diyerek, ilk atlamak üzere gönüllü oldum. Dağın tepesindesiniz, altınızda tepeler, kayalar, ilerisi Ölüdeniz, sırtınızda paraşüt ve arkada pilotunuz; başladık koşmaya… Beş-altı adım atmadan baktım havadayız. Paraşütteki koltuğa iyice yerleşince içimde hiç korku olmadığını hissettim, uçak bile daha ürkütücüydü. Sanki tepeden dev bir şeyler bizi tutmuş yavaşça süzülürken aşağı indiriyordu. Manzara olağanüstüydü. Güven hissi, her yerinizden bağlı olup rüzgarın ve manzaranın rahatlatıcı etkisinden olsa gerek. Biraz huzurla gezdikten sonra pilotum, biraz heyecan isteyip istemediğimi sordu. “Elinden geleni ardına koyma dememle”, kahkaha-adrenalin ve içimin iç içe geçmesi bir oldu. Dönmeler, sallanmalar, figür figür üstüne… Güzel bir inişin ardından pilotumla dondurma yiyerek ilk uçuşumu kutladık.

Ekipteki diğer arkadaşların da sırayla inmesinden sonra (yalnızca bir tanesi pisti tutturamadı, incik boncukçuların arasından plaja daldı, o kadar) Melih ve ben artık beş günlük teknolojik tatilin son bulması arzusuyla “İnterneeeeeeeeet!” diye haykırarak bir internet kafeye daldık. Elektronik postaydı, bilişim haberleriydi derken zaman su gibi aktı. Diğerleriyle daha sonra Ölüdeniz’in koruma aldındaki süper plajında buluştuk. Hakikaten yukarıdan görmek kadar, içine girmek de müthiş güzeldi. Gördüğüm en güzel deniz sanıyordum ki gruptan bir arkadaş “Henüz Sedir Adası’nı görmedin” dedi.

Kamptaki son günümüze distörşın gitarlarla uyandık. Herhalde “bu kadar yatıp keyif çattığınız yeter, kendinize gelin” mesajı verilmek isteniyordu. Açıkçası her yerde iktidarı elinde bulunduran popumsu türkümsü müzikler üzerine arka arkaya Nightwish, Evanesence, Iced Earth, Blind Guardian ve adını bilmediğim kötü bir Türk metal grubu çok iyi geldi. Sea grubu ile birlikte Sedir Adası yolculuğuna çıkarken Extreme grubunun kampta kalıp dağ bisikleti ve orienteering hadisesini gerçekleştireceğini öğrendik.

Sedir Adası, nam-ı diğer Kleopatra Aşk Adası, meşhur plajı anlatılana göre taa Kleopatra zamanında, kendisinin bir ziyareti sonucu, taa Mısır’dan getirilen çok özel kumların yığılmasıyla oluşturulmuş. Bu yüzden duş almadan plaja girilip çıkılamıyor, ayrıca şezlong ve şemsiye dahi yasak. Görevliler kum almanıza kesinlikle izin vermiyor. Ama hakikaten ben böyle kum görmedim, bastıkça nasıl bir huzur, bir rahatlık veriyor; çok yaşa Kleopatra diyorsun. Adanın tek özelliği kumu, güzel denizi değil elbette; tiyatrosu ve küçük bir de kilisesi var. Tiyatronun 5000 kişilik olduğu yazılıydı, bana pek öyle gelmedi. Sahne olan kısmı toprak altında kalmış; belki üst kısmından da biraz tırtıklanma olmuştur. Pek korunmuş veya restore edilmiş bir hali yoktu.

Döndüğümüzde Extreme’in dağ bisikleti turlarını bitirdiğini, orienteering hadisesini gerçekleştirdiğini gördüm. Ama tahmin ettiğim gibi o bisikletle tur attığımız ağaçlık alanlarda değil, bizim kaldığımız otel kısmının etrafında, küçücük bir parkurda, pusulasız sadece kroki ile yapılıyordu. Hey gidi Yıldız Orienteering Kulübü hey, Yıldız Parkı’nın arşınlamadığımız bir yeri kalmış mıydı?

Meşhur deniz yatağımızla (hani şu 5 kişilik olan) havuzda türlü akrobasi denemeleri (yatak sörfünü literatüre kattık) yaptıktan sonra baktık gitme saati yaklaşıyor ve hala paintball için çağırılmaktadık, başladık eyleme:
– Paintball hakkımız söke söke alırız!
– Kampçıyız haklıyız kazanacağız!
– Paintball sen bizim her şeyimizsin!

Eylemlerimiz işe yaradı ve VIP grubunun paintball için 15 dakika sonra toplanması anons edildi. Baktık eylem işe yarıyor araya “Paaaaara seylink! Paaaraaaa sayilink!” sloganlarını da karıştırdık. Görevlinin terliğini eline alıp üstümüze doğru yürüdüğünü görünce susup paintball için giyinmeye gittik.

Paintball da yıllardır yapmak istediğim bir etkinlikti, bir türlü kısmet olmamıştı. Bir komando edasında askeri formalarımızı, kaskımızı giydik. Silahlarımızı doldurduk. Rakibin gözünü fazla korkuttuğumuzdandır herhalde, Melih’le beni aynı takıma vermediler. Ben de yanıma daha önce askerliğini yapmış bir arkadaşla eşini aldım. Melih’e de iki genç bayan kaldı ve atladık piste. Önce bakalım ne kadar, nasıl gidiyor diye siper alıp atışlar denedik. Bayağı sağlam olduğunu görünce çayırdı çimdi ağaçtı kamufle olup ilerledik. “Hattı müdafa yoktur, sathı müdafa vardır” özdeyişiyle ekibimizi de kollayarak hilal yöntemini uyguladık. Bir ara gaza geldim, baktım Melih biraz ileride başka tarafla meşgul; ya Allah atladım önüne. Çat çut bastım tetiğe! Amanın, o da neydi! Benim mermi bitmiş, yalnızca hava basıyorum! Melih önden, takım arkadaşı arkadan bam bum vurdular beni. Hani acımasa bir şey demeyeceğim, “Yetti gari, durun loo” deyip tabanları yağladım. Gerçi yeni mermilerimle intikamımız acı oldu ve sonuçta 8-5’lik güzel bir galibiyetle karşılaşmayı zaferle sonuçlandırdık. “Löylöylöylöylöööö oooo… Yeşil takıııım!”

18:00 otobüsüne binecektik ve saat 17:45’ti. Derhal gittik, hazırlandık, ne var ne yoksa bavula tıktık; hatta o dev valizin kapağını zor kapattım. Zaten ne zaman bir yerlere gitsem annemin hazırladığı valize her şey sığar, dönerken ben sığdıramam. Neyse, toparladık, herkesle vedalaştık… ve İstanbul’a doğru yola koyulduk.

Çok çok keyifli, çok çok yoğun bir tatil oldu. Aktiviteler gitmemize on beş dakika kalan değin sürdü. Ayrılırken diğer yüz kadar insan da benim kadar mutluydu sanırım. Organizasyon bu sene oldukça başarılıydı diyebilirim. Tek şikayetim, benim gibi etobur bir insanı menülerin yeterince tatmin etmemesi. Hatta o yüzden paraşütten önce dönerci&lahmacunculara saldırmamız ve dönüş yolundaki Burger King’de otobüsü doldurup devasa Whooper menü yememiz farz olmuştu. Geleceklere tavsiyem, her şeye hazırlıklı olmaları. Çok şükür masamızdan ekstra mezeler, rakı ve diğer alkol çeşitleri eksik olmadı, keyfimize keyif katıldı. Ayrıca yanınıza bol bol tişört, en az iki mayo, sandalet ve terlik de alınız. Sürekli kirleniyorlar ve kimse tatilde çamaşır yıkayıp kurutmakla uğraşmak istemez. Sivrisinekler tarafından sevilen bünyeler de Sinkov stoklamalı. Bir de görgüsüzlük edip bizim gibi sabahlara kadar klimayı 16 derecede bırakmayın. Yoksa… Hapşu!

Hep beraber… İyi tatiller.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir